Search
Generic filters
Exact matches only

Kriz Ama Hangi Kriz ?

0 4 sene önce

İnsan ihtiyaçlarını tatmin için kaynakların optimum kullanımına ilişkin çabalar en geniş ifadesiyle iktisat olarak tanımlanabilir. Gerek kaynak gerekse ihtiyaçların ulusal sınırlar dışında pazar bulması ise uluslararası iktisadın konusudur. Uluslararası iktisat literatürü yaklaşık iki yüz elli yıllık bir geçmişe sahip, multidisipliner bir bilim dalıdır. İnceleme alanını uluslararası ticaret ve finansal akımlar oluşturur. Yazılı literatürün ilk örneği Adam Smith tarafından 1976 tarihinde kaleme alınan “Ulusların Zenginliği” adlı eser olarak kabul edilebilir.

Ticari ve finansal akımlarda yaşanan piyasa aksaklıkların iktisadi krizlerle sonuçlandığı gözlemlenmektedir. Kriz dönemlerinde piyasada yaşanan gelişmeler sadece iktisat tarihini değil, dünya tarihini de derin etkilemiştir. Söz konusu iktisadi gelişmelerin en önemlileri;

  • 1929 “Büyük Ekonomik Buhran” ve hemen ardından yaşanan iki dünya savaşı,
  • 1971 “Enerji Krizi” ve ardından altın standardının terk edilmesi,
  • 2008 “Mortgate Krizi” ve dünya ticaret merkezinin Avrupa ve Amerika Kıta’sından, uzak Asya’ya doğru kaymaya başlaması,
  • Sonuçları henüz analiz edilmemiş olsa da 2020 yılında yaşanan Covit-19 Salgınının 2008’de başlayan iktisadi kaymanın uzak Asya lehine istikrar kazanması, olarak tanımlanabilir.

Bu yazıda 2020 yılında yaşanan küresel salgın sonrası iktisadi değişimler konu edilmektedir. Ancak diğer krizlerin oluşumu ve krizden çıkış uygulama ve stratejilerine de göz atmak faydalı olacaktır.

1900’lü yıllarda üretim teknolojisindeki gelişmeler, seri üretim olarak ortaya çıkmıştır. Yani üretimde insan gücünün yerini makineler almış emeğe olan ihtiyaç bu nedenle azalmıştır. Söz konusu gelişme, daha kaliteli, daha nitelikli ve düşük maliyetli üretime imkân sağlamıştır. Yeni üretim olanakları aynı oranda talep bulmadığı için küresel ölçekte yaşanan en büyük iktisadi krizin (Büyük Buhran ya da diğer bir ifadeyle Eksik Tüketim Krizi) ortaya çıkmasına neden olarak temel gösterge sayılmıştır. SAY Yasası’nın temel argümanına göre, her arz kendi talebini doğurur. Başka bir ifadeyle, üretimde istihdam edilen iş gücü aynı zamanda ürünün potansiyel tüketicisidir. Ancak, seri üretim olanakları iş gücünün istihdamını olumsuz etkilediğinden fazla üretim aynı oranda talep edilememiştir. Buna bağlı olarak ortaya çıkan eksik talep krizinin aşılabilmesi maksadıyla bazı yöntemler önerilmiştir. Literatürde Keynesyen iktisat olarak tanımlanan bu öneriler, kamu harcamalarının artırmasını ve bu sayede talebin canlanacağını varsaymıştır. İngiliz iktisatçı Keynes’e göre, üretim fazlası ürün ve hizmetler kamu tarafından talep edilince, fazlası stoklar yeniden kullanıma sokulacak bu yolla ekonominin çarkları yeniden dönmeye başlayacaktır. Buna ek olarak farklı coğrafyalarda bulunacak yeni pazarlar sayesinde iktisadi aktörler hem üretmeye hem de sermaye biriktirmeye devam edebilecektir.

Ekonominin üretime devam edebilmesi için ABD hükümetleri ek mali kurtarma paketleri açıklamış, para basmış, faiz oranlarını indirerek reel sektörün krediye ulaşımını kolaylaştırmıştır. İç piyasanın talep fazlası kapasite için yeni pazarlar bulunmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu yeni pazarın adı, Dünya Savaşları sonrası yerle bir olan Avrupa kıtası olmuştur. ABD tarafından kıta Avrupa’sına yeniden inşası maksadıyla büyük miktarda ayni ve nakdî finansman sağlanmıştır. Bu stratejik hamlenin ABD ekonomisini yeniden canlandığı gibi Avrupa için de oldukça olumlu iktisadi etkileri olmuştur.

Karşılıklı kurulan ticari ilişkilerin devamlılığı maksadıyla, 1947 tarihinde 23 taraf ülke tarafından imzalanarak 1948 yılında yürürlüğe giren Gümrük Tarifeleri Ticaret Genel Anlaşması (GATT) uluslararası ticaret literatüründe oldukça önemli bir yer işgal etmiştir. Söz konusu anlaşma ile, gümrük tarifelerin %30’larda %5’lere indirilmiş, kimi üründe ise tamamen kaldırılmıştır. Anlaşma 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) şeklini alarak yaptırım uygulayabilecek bir inisiyatife dönüştürülmüştür. Halen Dünya reel sektör ticari ilişkilerinde en yetkili kuruluş DTÖ dür. 2020 tarihi itibariyle örgüte kayıtlı üye ülke sayısı 160 bağımsız devlete ulaşmıştır.

Buraya kadar uluslararası iktisadın ilk inceleme alanı olan uluslararası ticaret ve gelişim süreci tartışılmıştır. Uluslararası İktisadın ikinci inceleme alanı ise uluslararası finansal sistemdir.

Uluslararası finansal sistemi, fon piyasası ve döviz piyasası olarak incelemek uygun olacaktır. Fon piyasası, fon arz edenlerle talep edenlerin buluştukları formel ve informel piyasalardır. Formel piyasaları bankacılık sistemi ve menkul kıymet borsaları oluşturmaktadır. İnformel piyasalar ise literatürde tezgâh üstü piyasa olarak tanımlanmıştır. Fon piyasaları, belirlenmiş kurallar çerçevesinde gerçek kişilerden, devletlere kadar birçok aktörden fon toplayabilmektedir. Toplanan fonlar, fona ihtiyaç duyan aktörlere belirli maliyetlerle (işlem maliyeti ve faiz gibi) kullandırılabilmektedir.

Döviz piyasası ise, uluslararası ticarete konu olan mal ve hizmetlerin uluslararası işlemlerde bedelinin ödenebilmesi ve kur düzeyi gibi faaliyeti düzenlemek maksadıyla faaliyet göstermektedir. Döviz piyasaları, altın standardının terk edilmesini müteakip oldukça önemli bir boyuta taşınmıştır. Özellikle bilgi teknolojilerinin finans piyasalarında kullanımı, kur farklılıklarına bağlı olarak ortaya çıkması muhtemel arbitraj ve spekülatif atakların önlenebilmesi için oldukça sıkı takibe ihtiyaç duymaktadır.

1700’lü yıllara kadar altın başta olmak üzere kıymetli madenlerin uluslararası ticarette ödeme aracı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Altının fiziksel ödeme aracı olarak kullanımında yaşanan zorluklar, başta İngiltere ve ticari ilişki içerisinde olan diğer ülkelerle birlikte altın karşılığında kâğıt banknot basarak ticari faaliyetlerde kullanmaya başlamışlardır. İkinci dünya savaşı sonrasına kadar bu uygulamalar devam etmiştir.

Savaşın finansmanında, taraf ülkelerin altın karşılığında banknot basmayı terk ettikleri gözlemlenmiştir. Bu bağlı olarak karşılıksız basılan paranın değerinin düştüğü yani iktisat tarihinde, kavramsal olarak ta ilk defa tanımlanan devalüasyon olgusunun meydana geldiği yıllar olmuştur. Finansal sisteme yaşanan bu dengesizliklerin ortadan kaldırılması ve bir düzene konulabilmesi maksadıyla, 1944’te 44 ülkenin taraf olduğu yeni bir para sisteminin uygulanmasına karar verilmiştir. Üzerinde uzlaşılan yeni para sistemine literatürde Bretton Woods Sistemi denilmektedir.

Bretton Woods Sistemine göre, Amerikan Doları altına, diğer taraf ülkelerin para birimleri ise dolara kuruna bağlanmıştır. Sistemin yürürlüğe girmesiyle 1 ons altın 35 dolara sabitlenmiştir ve bu uygulanma 1971 yılında yaşanan petrol krizine kadar devam ettirilmiştir. Enerji fiyatlarının yükselmesi ile finansman sıkıntısı yaşanmaya başlanmıştır. 1973 sonrası yaşanan likidite sıkıntısının aşılabilmesi maksadıyla, 1 ons altın 45 dolara seviyesi ile yeniden değerlenmiştir. Bu sayede daha fazla para basma imkânı doğmuştur. Yaşanan aksaklıkların giderilmesi için yapılan bu düzenleme yeterince etkili olmadığı için ABD altın standardını terk ederek dolar kurunu serbest dalgalanmaya bırakıldığını uluslararası piyasaya ilan etmiştir. Diğer gelişmiş ülkelerde de benzer tepkilerin verildiği gözlemlenmiştir.

Finansal sistemin kontrolü, olası dengesizlikleri takip ve gerekli önlemlerin etkin şekilde uygulanabilmesi maksadıyla, Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında Dünya Bakası (WB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) kurulması kararlaştırılmıştır. Halen uluslararası finansal piyasalar işleyişi bu iki kuruluş tarafından takip edilmektedir.

Buraya kadar uluslararası reel ticari sistem ve finansal sistemin gelişimi ana hatları ile tartışılmıştır. Literatüre göre, 1973 yılının iktisadi krizler için dönüm noktası olduğu söylenebilir.

İktisadi kriz literatürü, reel sektör krizleri, bankacılık krizleri, borç krizleri ve para krizleri şeklinde değerlendirilebilir. Literatürde, üç tip para krizi modellemesi ile karşılaşılmaktadır. 1973 sonrası uygulanmaya başlayan yeni para sistemi kontrolsüz finansal genişlemelere, kontrolsüz gelişmeler ise özellikle kalkınmakta olan ekonomilerin sık sık parasal problemlerle karşı karşıya kalmalarına neden olmaktadır. Bilgi işlem teknolojilerindeki gelişmelerin arbitraj ve spekülatif atak gibi girişimlere zemin hazırladığı daha önce belirtilmiştir. Buna bağlı olarak kurun takibinde yaşanan zorluklar bu krizlerde temel değişkenlerden sayılmaktadır.

Buna ek olarak Washington Uzlaşısı olarak anılan finansal uygulamalar, finansal sistemde küreselleşmenin hızlanmasında son derece etkili olmuştur. İlgili uzlaşı, finansal açıdan sıkıntı yaşayan tüm ülkelere aynı istikrar reçetesi önermektedir. Ancak ülkelerin kendine özgü yapısı nedeniyle her bir ülkede aynı başarılı sonuçların alınmasında yetersiz kalmıştır. Dahası dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan finansal istikrarsızlığın hızla küresel krize dönüşmesinde hızlandırıcı etkiye neden olmuştur. Başka bir ifadeyle, finansal sistemin düzenleyici kuruluşlarından IMF ve WB’nin kriz sonrasında kalkınmakta olan ülkelere önerdiği istikrar fonu problemin çözümünden ziyade krizin daha da derinleşmesine ve diğer ülkelere de sıçramasına neden olmuştur.

Literatürde birinci jenerasyon para krizi olarak tanımlanan kriz, 1973 ile 1982 yılları arasında başta Meksika olmak üzere tüm Latin Amerika ülkelerini etkisi altına alan ve zamanla tüm dünyaya yayılan ilk örnektir. 1992 ve 1993 yılları arasında Avrupa ülkelerinde meydana gelen para krizleri ise ikinci jenerasyon para krizi olarak tanımlanmıştır. 1997 sonrası Tayland merkezli başlayan ve neredeyse tüm Asya ülkelerini etkisi altına alan para krizi ise üçüncü jenerasyon para krizi olarak tanımlanmıştır.

Buraya kadarki kriz literatürünü özetlemek gerekirse; 1800’ün sonlarında yaşanan krizlerin çözümü üçüncü dünya ülkelerinin sömürülmesi ile, 1929 sonrası yaşanan Büyük buhrandan çıkış önce paylaşım savaşları ve takiben yeni dünya ticari hegemonya düzeninin kurulması ile aşılmıştır. Bu dönemde Keynesçi iktisadi öneri kurtarıcı olarak görülerek temel strateji benimsenmiştir. 1973 sonrası petrol krizi altın standardının bırakılması için adeta fırsat olarak görülürken hiç olmadığı kadar büyük bir iktisadi dönüşümün yaşanmasına neden olmuştur. Artık rezerv para kavramı literatürde tartışılmaya başlamış, rezerv aparanın sahibi ülkeler ekonomilere istedikleri gibi yön yermeye başlamışlardır. Tabi bunu yaparken başta dünya bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve çatı kuruluş olarak Birleşmiş Milletler (UN)’i pervasızca kullanmaktan çekinmemişlerdir.

Görüldüğü gibi, krizden çıkış için sihirli reçete üretim çarklarının yeniden işler hale getirilmesinden geçmektedir. Bunu yaparken kimi zaman kamu harcamaları artırılmış, kimi zaman savaş çıkartılmış ve talep canlandırılmaya çalışılmış ancak 1973 sonrasında ise temel argüman piyasada likiditenin artırılması olmuştur. İşte burada kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkeler ayrımı can alıcı nokta olarak görülmelidir. Zira rezerv özelliği olan kalkınmış ekonomiler başta ABD, dilediği kadar para basabilmekte iken kalkınmakta olan ekonomilerin başına enflasyon belası sarıldığından tek finansman olanağı olarak IMF den başka çıkar yol kalmamıştır. Yüksek maliyetli IMF kredileri hem faiz yükü hem de politik baskı aracı olması nedeniyle kalkınmakta olan ülkelerin hep çekindiği bir kuruluş olarak durmaktadır. İşte KOVİT-19 Küresel İktisadi Krizinin aşılmasında işte anılan çekinceler nedeniyle ülkelerin beklendiği kadar IMF’ye yönelmediği gözlemlenmektedir.

Bu kapsamda, 1980’lerle birlikte yeni likit oluşturma enstrümanlarından olan TÜREV ürünlerin sıklıkla kullanıldığı gözlemlenmektedir. Zira krizin finansmanında rezerv para gücü bulunan ABD’nin yaklaşık 2.5 Trilyon dolar likidite sağlamasına karşın beklenenin aksine enflasyonun eksi değerle alması rezerv para olmanın bir avantajı gibi görülebilir. Aynı pozisyonda para basacak olan bir gelişmekte olan ülke ekonomisinde kısa vadede iç piyasayı rahatlatmakla birlikte, uzun vadede yıkıcı olacağı muhakkaktır. Netice itibariyle bir TÜREV ürün olan SWAP işlemlerinin ilk defa ülkeler arası finansman aracı olarak kullanılması kısa ve orta vadede gelişmekte olan ekonomilerin can simidi gibi gözlemlenirken krizin bulaşma etkisi nedeniyle uzun vadede gelişmiş ekonomileri de krizin yıkıcı etkilerinden kurtaracak gibi görülmektedir.

Burada asıl sorulması gereken soru, SWAP vadesi geldiğinde yeterince rezerv bulundurmayan ülkeler değişim yükümlülüklerini nasıl yerine getirecekler? Bunun maliyeti ya da yaptırımı nasıl olacak? Hali hazırda halen acımasızca gelişmekte olan ekonomileri sömürmeye devam eden kalkınmış ekonomik aktörler üzerlerin düşen görevi ne zaman layığı ile yerine getirecekler? Zira küresel borçlanma o kadar korkunç boyutlara ulaşmış durum da ki borç daha fazla borçla çevrilecek gibi görülmüyor.

 

Ersin Sünbül

Ankara Hacı Bayram Veli Ünv. Uluslararası Tic. Böl.

 

Bir Cevap Yazın

X